Çocuklu ve Göbekli Yunanistan Tatili

Standard

Sevgili okurlar,

Uzuuun bir aradan sonra nihayet yeni bir yazı ile bloguma dönebildim. Bu uzun araya bir adet daha çocuk, bir kaç tane uzunlu kısalı seyahat hikayesi aldım. Hazır yaz yaklaşıyorken ve bazılarınız tek bir tatil köyüne kapanmadan ama küçük çocukla rahat da ederek yapılabilecek tatil arayışına girmişken Yunanistan – Peloponez (Mora Yarımadası – Peloponnese) turumuzu anlatmanın tam sırasıdır diye düşündüm.

Öncelikle bir kaç detayı belirteyim, 10 gün süren bu turu 2016 Haziran ayında yaptık, yani kalınacak, yemek yenilecek yer tavsiyelerim ne kadar güncelliğini koruyor emin değilim, internetten tekrar kontrol etmekte fayda var.

Elafonisos

Elafonisos Adası’nın muhteşem plajlarından biri

Seyahat sırasında Maya 2,5 yaşındaydı ve ben 4 aylık hamileydim. Denize güneşe doyabileceğimiz ama tek bir mekana ya da şehre bağlı kalmadan, dolaşarak ve keşfederek zaman geçirebileceğimiz, 2 yaş krizleri tüm hızıyla devam eden çocuk ve hormonları dengesini bozmuş hamile kadın dostu bir rota arayışımız Yunanistan kararı ile sonuçlandı. Til de ben de Yunanistan’ı gezip görmemiştik daha önce. Havası, suyu, insanı, mutfağı Türkiye’ye benzer, hele de son yıllarda pahalılaşan ve kalitesizleşen Türk tatil mekanlarına alternatif olmuş bu ülkeyi ziyaret etmenin tam sırası diye düşündük. Rahat batan, plaja sıfır güzel bir tatil köyüne girip de yatamayan bir aile olarak illa ki bir tur, macera, sıcakta trekking yapıp fenalık geçirme, Maya ile restorana gidip fenalık geçirme arayışındaydık yine. Neyse Fransız anaları ve çocuklarından eser yoktu buralarda, Yunan çocukları bizimkilere benzermiş, etrafta çığlık atan, sinirli sinirli kendi bildiğini okuyan bir tek bizim Maya değildi yani bu kez 😉

 

Peloponez turuna nasıl ve neden karar verdik kısmına gelecek olursak; öncelikle Atina’ya uçup oradan araba kiralayarak gezebileceğimiz, içine sadece deniz ve plaj değil, Akropolis, Olimpiya ve daha bir kaç önemli tarihi-kültürel noktayı dahil edebileceğimiz bir rota olması hoşumuza gitti. Hatta bir de henüz çok turistik olmamış, gece hayatı ve parti odaklı olmaktan ziyade sakin, çocuk dostu bir Yunan adası bile alabildik bu rotaya. Ve gezinin sonunda da çok memnun kaldık kararımızdan, çok keyifli, ilginç, hareketli ama rahat bir tur gerçekleştirdik; Yunanistan’ı çok sevdik. Turistiz diye kimsenin bizi kazıklamaya çalışmadığı, en güzel tertemiz plajların halk plajı olduğu, heryerde güleryüzle karşılaştığımız ve çocuksever Yunanlılar sağolsun Maya’nın el üstünde tutulduğu bir tatil oldu. Uzun uzun yazmak yerine fotoğraflar ve kısa bigilerle turu özetliyorum, buyrunuz 🙂

Peloponez, Yunanistan’ın güneyinde bir yarım ada bölgesi; Antik Yunan’dan Bizans ve Osmanlı imparatorluklarına dek pek çok dönemin izlerini taşıyan, tarihi yapıtlarla ve de güzelim plajlarla dolu bir bölge. Atina üzerinden Napflio, Mystras, Monemvasia, Aeropoli antik şehirlerini ve tabii ki Olimpiya’yı ziyaret ettik. Arada bir de Elafonisos Adası’nda plaj tatili molası verdik.

Berlin’den Atina’ya varır varmaz havaalanında bir araç kiraladık ve Atina’daki Airbnb evimize gittik. Eleni’nin Akropolis’e yürüme mesafesindeki sakin, güzel evi çocukla konaklama için çok uygun ve rahattı. Eleni bir de üşenmemiş çocuklu aile geliyor diye Maya’ya hediye almış üstelik 🙂

 

Atina’da kaldığımız iki gün boyunca uzun uzun Akropolis ziyaretleri yaptık, arta kalan zamanlarda da Akropolis civarı sokakları gezinerek, Gyros yiyerek ve Maya’ya çocuk parkı arayarak geçirdik. Atina’ya geliş ve iki gün kalış sebebimiz olan Akropolis milattan önce 5. yüzyıldan kalma eski şehir kalıntılarını içeren dünyaca meşhur bir bölge. Yaz sıcağında ve turist kalabalığında, fazla yürümek istemeyen küçük çocukla ziyaret biraz zorlayıcı olsa da bol bol yeme içme molası vererek (Akropolis içinde tarihi kalıntıların olduğu kısımlarda birşeyler yemek yasak bu arada), şemsiyemizin altına saklanarak ve ziyaretleri iki güne yayıp sürelerini kısaltarak hakkıyla gezebildik Akropolis’i.

 

Atina’dan sonraki durağımız arabayla yaklaşık iki saat uzaklıktaki güzel şehir Nafplio.  Atina – Nafplio arasındaki yolda meşhur Corinth Kanali var, 10 dakika fotoğraf molası verip Corinth Kanalını da görmüş olduk.

20160610_110930

Corinth Kanalı

Nafplio zarif mimarisi, deniz kokan taş sokakları ile sevimli bir sahil kasabası. Sahil şeridine sıralanmış kafe restoranlardan herhangi biri denenebilir, aralarında pek bir fiyat kalite farkı görmedim ben. Kaldığımız otel (Atheon Traiditional Guesthouse) tepede olması sebebiyle güzel deniz manzaralı, çocuk dostu rahat bir oteldi, tavsiye ederim. İki gece bir günümüzü Nafplio sokaklarında dolaşıp kafe restoranlarını keşfederek, arabayla yarım saat uzaklıktaki Unesco Dünya Mirası listesinde de yer alan Miken kalıntılarını ziyaret ederek ve tabi ki Nafplio’daki çocuk oyun parkını bulup Maya’yı eğleyerek geçirdikten sonra seyahatimizin en uzun araba yolculuğunu kapsayan en yorucu günü için yola çıktık: Önce eski şehir Mystras’ı ziyaret, oradan da feribot ile Elafonisos Adası’na geçiş.

 

Nafplio Manzaraları

 

Miken Harabeleri

 

Mystras, Nafplio’ya araba ile yaklaşık iki saat uzaklıkta, Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan bir eski şehir. Eski şehrin hala çok iyi durumda olan tarihi kalıntılarını dolaşmak için en az bir saat, bence daha fazla zaman ayırmak lazım.

 

Mystras

 

Mystras’tan iki saatlik araba yolculuğu ile varılan Pounta şehrinden saat başı Elafonisos Adası’na giden feribotlar kalkıyor. Konuyla ilgili websitesi burada ama önceden online bilet almak gerekli değil, feribot iskelesine gidip sıraya girince en fazla bir saat sıra beklemek gerekiyor, o kadar. Feribot yolculuğu 10 dakika sürüyor, biletler kişi başı 1 Euro, araba başı 11 Euro.

20160612_194654

Elafonisos’a varış

20160614_141721

Elafonisos’un en güzel plajı

Elafonisos minicik, sessiz sakin bir ada. Kışın nüfusu 350 kişi kadarmış, yazın üç binlere kadar çıkıyor. Yüksek sezonda konaklama imkanı bulmak zor olabilir. Ama yüksek sezonda bile sakin, sessiz bir adacık çünkü meşhur turistik Yunan Adaları aksine buraya gelen turistler gece hayatı, eğlenceden ziyade sakinlik arayışındalar. Turistlerin yarısından çoğu da İtalya’dan gelen çocuklu aileler. Eğer gece hayatı, bol ve çeşitli restoranlar kafeler, her gün gezip görülecek yeni yer arayışında iseniz, burayı tavsiye etmem, sıkıcı olabilir. Adanın tek sahil şeridi bir kilometre filan ve toplasan üç beş kendi halinde balık restoranı, bir iki kafe,dondurmacıdan ve marketten başka bir mekan yok. Biz tam da böyle bir yer aradığımız için çok memnun kaldık ama sıkıcı bulanlar da olabilir. Bir de arabasız bu adayı ziyaret etmeyi önermem çünkü adanın merkezinde de güzel sayılır bir plaj olmasına rağmen, asıl rüya plajlar arabayla gidilecek mesafede ve toplu taşıma yok. Anett Studios‘ta kaldık ve çok da memnun kaldık. İçinde mutfağı olan geniş, ferah odamız, çamaşır yıkama imkanı, merkeze yakınlık ve otelin sevimli sahipleri Anett ve eşi bizi çok rahat ettirdi, Maya’ya da biraz ev yemeği yedirmiş olduk mutfak sayesinde.

 

Elafonisos’tan plaj manzaraları

 

Elafonisos sokaklarından manzaralar

 

Elafonisos’taki 5 günlük deniz plaj molasından sonra yola devam ettik ve bir saatlik araba yolculuğu ile bir ada üzerine kurulu Monemvasia’ya geldik. Görkemli ortaçağ kalesi ve Bizans dönemi tarihi kalıntılarıyla meşhur bu eski şehir bizi çok etkiledi. Kale içindeki otellerden birinde kaldık, kale dışı otellere göre biraz daha pahalı ama eski şehir surları içinde konaklamak, iki günlüğüne ortaçağdan kalma şehir duvarları, Bizans kiliseleri arasında  yaşamak paha biçilmez. Bastione Malvasia Oteli , özellikle muhteşem deniz ve şehir surları manzaralı açık hava kafesi ve burada yapılan kahvaltılar harikaydı, şiddetle tavsiye ederim. Surların hemen dışında güzel plajlar da var ve keşke daha fazla zamanımız olsaydı da daha uzun kalabilseydik burada diyerek, doyamadan ayrıldık Monemvasia’dan.

20160616_142957

Monemvasia kale içi sokakları

 

 

 

20160616_174948

Monemvasia kale içi

Bir sonraki durağımız bir buçuk saat uzaklıktaki, savaş tanrısı Ares’in şehri Aeropoli oldu. Ama Aeropoli yakınındaki otelimize varmadan önce yol üstündeki Diros Mağaraları’nda küçük bir mola verdik. Yaklaşık bir saat süren bir bot turu ile gezilebilen bu mağaraları sadece Til ziyaret etti, Maya ile ben mağara girişine yakın bir plajda deniz ve güneşin tadını çıkarırken (küçük çocuklar için çok uygun bir tur değil).

 

 

Aeropoli’de yine çok zarif mimarili, taş sokaklı tarihi bir şehir karşıladı bizi. Bu sefer eski şehir merkezinde değil araba ile 5 dakika uzaklıkta ama Mani bölgesine dahil Kastro Maini Otel‘de kaldık. Otelin havuzu ve daha önce çok az yerde benzerini gördüğüm zengin açık büfe kahvaltısı (Türk usülü çiğ börekten Yunan mezelerine dek herşey vardı yahu) otelin en büyük avantajı. Fiyatı da eski şehir merkezindeki fazla turistik otellere göre daha uygundu.

 

aero2

Aeropoli eski şehir merkezi

Aeropoli’de yine çok zarif mimarili, tas sokakli tarihi bir sehir karsiladi bizi. Bu sefer eski sehir merkezinde degil araba ile 5 dakika uzaklikta ama Mani bölgesine dahil Kastro Maini Otel’de kaldik. Otelin havuzu ve daha önce çok az yerde benzerini gördügüm zengin açik büfe kahvaltisi (Türk usülü çig börekten Yunan mezelerine dek hersey vardi yahu) otelin en büyük avantaji. Fiyati da eski sehir merkezindeki fazla turistik otellere göre daha uygundu.

 

Bir sonraki durağımız hem güzel plajlara hem de meşhur Olimpiya’ya yakın mesafedeki Kalo Nero. Burada zeytin ağaçlarının ortasında bir Airbnb evinde kaldık, merkezi değil ama yemyeşil, büyük bir bahçesi olan ve araba ile yakındaki plajlara 10 dakika, Olimpiya’ya ise 1 saat uzaklıkta bir ev. İki gece burada kaldık ve neredeyse bir tam günü ilk olimpiyat oyunlarının başladığı antik kent Olimpiya’da geçirdik, bir gün de plajda dinlendikten sonra dönüş uçağımızı yakalamak için tekrar Atina’ya yola çıktık.

 

Son söz: Ben, Türkiye’de yaşadığım yıllarda nasıl olsa çok yakın, bir ara gidiveririm diye diye ziyaret etmeyi hep ertelediğim komşuya bayıldım. İleriki yıllarda iki çocukla gidilebilecek sakin sessiz köylerini, adalarını araştırmaya başladım bile.

20160618_180546

Kalo Nero’da bir plaj

Bir sonraki yazıda (umarım yine bir sene gecikmeli olmaz) 4 yaşındaki çocuk ve 7 aylık bebeyle çıktığımız iki ay süren Avrupa turunu anlatacağım, bekleyiniz beni sevgili okurlar.

İki Yaş Canavarı ile Korsika

Standard

Öncelikle hemen bir not düşeyim: Bu yazıyı yazmaya ta iki sene önce başlamıştım ama anca sıra gelebildi, bu arada aşağıda bahsi geçen canavar üç yaşını bile geçti gitti. Ayrıca da biz sırtçantalı gezi konseptimize çoktan geri döndük, üç yaştan sonra yapılabiliyor yine ufaktan. Ama geç olsun güç olmasın, küçük çocukla bu yaz için alternatif tatil mekanı arayanlara ilham olsun diye bu yazıyı da şimdi yayınlayayım dedim 🙂 Buyrunuz iki sene öncemizin yaz tatili macerasına…

img_8477

Gezgin Maya Korsika’da

Dağ köylerinden manzaralar

Bebeklikten çıkıp canavar 2’lere yaklaşan bir adet küçük gezginle yaptığımız bir geziyi daha geride bıraktık sevgili okurlar. Bu sefer sırtçantalı, uzun sureli, uzun mesafeli gezi geleneğimizi bir kenara bırakıp rahat etmek, dinlenmek bizim de hakkımız diyerek (evet, çocuk hızımı kesemez, gezi konseptimizi değiştiremez diye büyük konuşmamak lazımmış 🙂 ) bir haftalığına Korsika’ya kaçtık. Neden mi Korsika? Çocukla seyahat için uygun, kumsal ve deniz desen en güzelinden mevcut, doğa yürüyüşleri için dağ bayır desen o da var, tarihi Korsika köylerinde güzel mimari örnekler de mevcut, yani tüm gün kumsalda yatıp sıkılmaya da gerek yok, hem de daha önce görmediğimiz yeni bir yer.

Genelde o kumsal senin bu kumsal benim dolaşıp, aralarda yiyip içtiğimiz bir gezi olduğu için, detaylı gezi yazıları olmayacak bu sefer. Bol fotoğraflı, biraz tavsiyeli bir yazıya buyrun 🙂

Calvi sahili

Calvi sahili

Kuşbakışı Calvi

Öncelikle Fransa’ya bağlı bir Akdeniz adası olan Korsika’ya ulaşımı nasıl sağladığımız konusunda bilgi vereyim, çünkü işin en zor kısmı burada. Avrupa’da bulunan bu adaya Avrupa ülkelerinden ve Türkiye’den uçakla ulaşım oldukça uzun sürebiliyor ve masraflı. Mesela Berlin’den direk uçuş yoktu o dönem, Fransa aktarmalı uçuşlar en az 8-9 saat sürüyor, fahiş bilet fiyatları da cabası. Korsika’ya direk uçuşa güzel bir alternatif, İtalya ya da Fransa’ya uçup, feribot ile Korsika’ya devam etmekti bizim için. İtalya’nın Pisa şehri yakınında küçük bir liman kenti olan Livorno’dan ve Fransa’nın Nice şehrinden Korsika’ya feribot seferleri var. Biz Pisa’ya uçup,  bir gece Livorno’da konaklayıp ertesi sabah erkenden feribot ile Korsika’nin başkenti Bastia’ya geçtik. Feribot yolculuğu 4 saat sürüyor, feribot son derece konforlu, içinde restoranı ve kafeteryası, ayrıca çocuklar için oyun alanı var. Geniş ve uzun koridorlar çocuk arabası sürüp içinde çocuğu uyutmak için son derece uygun. Ayrıca yolcular için şezlonglu, manzaralı güverte de mevcut. 4 saat hem bizim için hem de Maya için çabucacık ve keyifle geçiverdi. Bilet fiyatları kişi başı 30-50 Euro arası değişiyor, ne kadar erken alınırsa o kadar avantajlı fiyatlar yakalamak mümkün. Buyrun bu da feribot firmasının linki.

Korsika mı orası? - Feribotta.

Korsika mı ora? – Feribotta.

Bu arada, uçak + feribot kombinasyonunu düşünenler, hazır Pisa’ya ya da Nice’e uçmuşken bu şehirleri ve civarı da ziyaret etmek gerekir tabi. Biz bir kaç gün güzelim Toskana’yı gezmeyi de ihmal etmedik, hazır ayağımız İtalya’ya değmişken.

Korsika’da toplu taşıma pek yaygın değil, bu sebeple ada içi ulaşımda araba kiralamak en uygun çözüm. Altınızda araba olunca adanın farklı bölgelerindeki pek çok güzel kumsalı dolaşmak, küçük dağ köylerini ziyaret etmek de daha kolay oluyor hem. Biz feribotla Bastia’ya gelip, buradan kiraladığımız araba ile adanın kuzey batısında Calvi şehri yakınındaki Calenzana köyüne gittik. Burada, bir tanıdığımızın evinde kaldık, dolayısıyla kalınacak yerler, otel ve pansiyonlar konusunda kişisel tavsiyem olmayacak malesef. Ama adada irili ufaklı pek çok otel, pansiyon, oda var. Ayrıca kamp yapmayı sevenler için de Korsika bir cennet. Çocuklu tatillerde çadırlı veya karavanlı kamp yapmayı gelenek haline getirmiş Avrupalılar için Korsika her yaz gidilen duraklardan olmuş. Yaz sezonunda gidiyorsanız önceden rezervasyon yaptırmak şart.

img_8708

Galeria ile Calvi arasındaki D81B yolunun harika manzaraları

Bir haftalık evimiz 🙂

Biz Eylül’ün ikinci haftasında Korsika’daydık. Tekrar gitsem, yine bu zamanda giderim. Yüksek sezon karmaşası ve pahalılığı bitmiş, turist kalabalıkları gitmiş, plajlar bize kalmış, hava mis, deniz harika.

Peki biz 7 gün boyunca Calenzana ve civarında neler mi yaptık?

  • Kumsal turları: Altımızda araba olunca her gün aynı kumsala gitmek yerine değişik kumsalları denemeyi tercih ettik. Korsika’nın çocuklu aileler için bir avantajı da içinde her çeşit kumsal barındırması. Uzayıp giden beyaz kumlu sahiller de vardı, ayaklara batmayan yuvarlak taşlı kumsallar da. Ki Maya bu taşlı sahile bayıldı, taşlar en sevdiği oyuncakları oldu. Galeria kumsalı ve Galeria ile Calvi arasındaki D81B yolu, Argentella kumsalı, Plage Arinella, Calvi şehri ana kumsalı ve Plage de la Restitude görülmeye değer.
Calvi sahili

Calvi sahili

Mayanın en sevdiği kumsal

Maya’nın en sevdiği kumsal

  • Calvi: Canımız öğle ya da akşam yemekleri, gün batımı yürüyüşleri için cıvıl cıvıl bir sahil kasabası çektiğinde kendimizi Calvi’ye attık. Buyrun Calvi’den bir iki görüntü:

Calvi

Calvi sahil yolu

Calvi sahil yolu

  • Dağ köyü turları: Canımız tarihi ve kültürel aktivite çektiğinde de kendimizi civardaki minik dağ köylerine vurduk. Güzelim tarihi taş evler, daracık, serin sokaklar, aralarda deniz manzaraları pek hoştu. Montemaggiore ve  Zilia köyleri ziyarete değer.

Calenzana köyü sokakları

Calenzana sokakları

  • Doğa yürüyüşü: Tatilde kumsalda yan gelip yatmayı bir türlü beceremeyen gezginler olarak iki yaş canavarına rağmen rahat duramadık ve en azından bir tane doğa yürüyüşü yapalım dedik. Bu arada Korsika doğa yürüyüşü, trekking ve hiking sevenler için de cennet. İrili ufaklı, çeşitli zorluk seviyelerinde ama hepsi muhteşem manzaralı bir sürü rota mevcut. Biz nispeten kolay ve kısa süren Foret de Bonifatu dağ orman rotasını tercih ettik.

Foret de Bonifatu

Foret de Bonifatu rotasından manzaralar

Ve yürüyüşümüzün sonunda karşımıza çıkan saklı cennet

  • Yeme-İçme: İki yaş çocuğu ile Korsika’da en zorlandığımız şey yeme içme oldu desem yeridir. Sezon kapandığı için mi öyleydi yoksa hep mi öyledir bilemiyorum ama tüm restoranlar öğle yemeğini verdikten sonra saat 15:00 gibi siestaya çekilip en erken akşam 19:00’da tekrar kapıları açıyorlardı. Maya da akşam yemeği ve uykusu konusunda Alman ekolünü benimsemiş bir şahsiyet olarak saat altıda akşam yemeği yiyip en geç saat sekizde yatağında olmak istiyordu. Bir kaç akşam dışarıda restoranlarda yemek yedik, restoranın kapısında açılmasını bekleyen tiplerdik resmen, saat 19:00’da masada ilk yerini alan müşteriler bizdik. Yine de tabi gece saat dokuzlara uzayan akşam yemeği sonunda Maya yorgunluktan dolayı zıvanadan çıkmış oluyordu – ki bu noktada bir de beni bunalıma sokan Fransız anne ve çocukları doluydu etraf, bilenler bilir Fransız çocuk yetiştirme ekolünü, 2 yaşındaki çocuklar masada 3 saat sessizce oturup çatal bıçakla tabaklarındaki yemekleri bitirirken anneler babalar şaraplarını yudumluyorlardı… Genelde akşam yemeklerini evde pişirip evin terasında yemeyi tercih ettik bu sebeple. Zaten çocuğa basit bir makarna ya da sebze yemeğini çabucak pişiriverdikten sonra büyükler için en güzel akşam yemeği de nefis Korsika şarabı ve peyniri ile baget ekmek 🙂 Calvi merkezde denediğimiz ve begendiğimiz iki restoran  U Minellu ve Le Comme Chez Soi oldu.

Daha akşam yemeğine oturur oturmaz kontrolden çıkan Maya ve etraftaki Fransız anneleri görüp görüp bunalıma girmiş olan ben

Gerçi zıvanadan çıkmak için Maya’ya illa akşam yemeği gerekli değil. Buyrun kahvaltı esnasında balkondan atlamaya çalışan Maya ve gözünün önüne yine Fransız anne ve çocuklar gelmiş olan ben 😉

  • Rüzgar sörfü: Biz yapmadık ama yapan çoktu. Calvi yakınlarındaki Balagne ve Algajola plajları sörfçülerin uğrak noktalarıydı.

Korsika anılarımız bu kadar. Sırada 3 yaş canavarı ile geçen sene yaptığımız Yunanistan turu var, takipte kalın! 🙂

Bu da bizim çakma sörfçü

Eski köylerin taş sokakları

Berlin Film Festivali (Berlinale) 4: 2017 Berlinale’den notlar

Standard

Konuk Yazar: Funda Çelikel Esser

Sevgili gözleri yollarda kalan okurlar!

Bir takım acı telaşlardan dolayı uzunca süredir buluşamasak da işte sonunda yeni bir Berlin Film Festivali yazısı ile buradayım! Aht ettim, eğer iki elimin kanda olduğu bu zamanlarda bile Berlinale’ye gidebilirsem sizlerle de paylaşacağım diye.

Yazıyı aslında epey önce hazırladım ama Berlinale 2018’in başlamasına günler kala yayınlamanın sizler için daha bir aydınlatıcı olacağını düşünerek bekletiyorduk, umarım düşündüğümüz gibi ilham olur.

Gecen sene bu zamanlar festivale tam orta yerinde katılabileceğim için içim içimi yiyedursun Berlin’de olabileceğim beş gün için gerek arkadaş tüyolarıyla gerekse sosyal medya yardımıyla bir önceki yazıda anlattığım geleneksel Berlinale kisisel ilkelerime mümkün olduğu kadar sadık kalarak az politika, bol kahkaha temalı bir program çıkarttım. Şansımın yaver gittiğince internetten biletleri aldım, alamadığım seansları şansa bıraktım. Uçuş günüm gelene kadar hergün ofis duvarımdaki kara tahtaya çentik attım 🙂

Sonunda beklenen an gelip çattığında Brüksel Havaalanında şahane bir güneş, benimse dilimde Sait Faik’in o çok sevdiğim dizeleri vardı :

IMG_20170214_130459181

“…Sana koşuyorum….

Ölmemek, delirmemek için.

Yaşamak, tüm adetlerden uzak yaşamak…..

Bana su, bana ekmek, bana zehir;

Bana tad, bana uyku

Gibi gelen çirkin Berlin’im (*)

Sensiz edemem.”

*Uyarlanmıştır.

Ryanair’in klasını(!) bozmayarak 45 dakika rötar yapması bile keyfimi kaçırmadı kaçırmasına da bütçede oldukça büyük bir delik açtı. Zira zaten 5 güncük gidiyorum mümkün olduğu kadar çok film göreyim diye Berlinale Palast premiere hakkımı uçağın varış saatinden sadece 2 saat sonrasına almıştım. 45 dakika da Ryanir süremi kısaltınca metroyla, trenle yetişmeme imkan yok! Bileti mi yaksam derken delirme atla taksiye diyen iç sesime uydum, iyi ki de uymuşum! (Bu arada bilmeyenler için, Berlin pek çok konuda gayet cep dostu bir şehirdir, taksi hariç! Zaten zorunlu haller dışında, bakınız şekil 1A, kimse taksiye falan da binmez. Toplu taşıma gayet efektif ve 24 saattir. Berlin’de toplu taşıma candır. )

Neyse ki olayın hassasiyetini anlayan taksi şöförü trafik kurallarını ihlal etmek pahasına beni uçağın alana inmesinden 1 saat sonra Berlinale Palast’ın ihtişamlı yan yolunda bıraktı. Kendimi sarılıp öpesim geldi iyi ki geldim diye, o derece mutlu oldum 🙂 Peki neler mi yaptım 11. Berlinale’mde:

BerlinalePalast

Berlinale Palast girişi

berlinalepalast

Berlinale Palast girişi

  1. Gün:

Gedikli bir Berlinale izleyicisi olarak her yıl yarışma kategorisindeki bir filmi Berlinale Palast’taki ilk gösteriminde izliyorum. Bu sene aslında bu kategoriden ilk tercihlerim olan Felicite, Uma Mujer Fantastica (Oscar 2017 adayı ve umarım kazanır), Pokot, On Body and Soul (Oscar 2017 adayı) filmlerinin ilk gösterimleri ben Berlin’e varamadan olup bittiği için ekmek bulamayan pasta yesin taifesinden efsanevi Finlandiyalı Yönetmen Ai Kaurismaki’nin son filmi The Other Side of Hope’a tav oldum. Aslında bu yönetmeni çok severim, rock müzik, hoş kadınlar, yalnız insan öğelerini her filminde iç içe geçmiş hikayelerde kullanmasına ayrı taparım da filmin konusu mülteci krizi olunca, benim de ağır konulara hiç gelemeyecek psikolojim olunca gayet mesafeli yaklaştım filme ama sonunda çok da memnun ayrıldım. Hemen öncesindeki basın toplantısında mülteci krizi ile ilgili ne düşündüğünü soran gazeteciye “insanlığımız nerede kaldı diye düşünüyorum” diye güzel bir ahlak dersi veren yönetmen, filmin galasında gayet cool idi. Sessizce gitti seyircinin arasına oturdu, film sonunda salon alkışlarla yıkılırken bile ezber bozup sahneye gelmedi. Ben seyirci arasında kalmak istiyorum diyerek bu hareketiyle halkçı Berlinale seyircisinin kalbindeki tahtını genişletti 🙂

Filme gelirsek, evet konu ağır ama öyle sıcak öyle içten anlatılmış ki iç içe geçmiş göçmen ve diğer karakterlerin hikayeleri sanki evimde yanımda kahvem, üzerimde battaniye Bridget Jones izliyor gibi seyrettim. Tüm film boyu hiç gerilmiyor, ancak sonunda evet ya insanlığımız nerede kaldı diyorsunuz. Kısacası Aki yine yapmış yapacağını, zaten Berlinale de kendisini gümüş ayı ile ödüllendirdi ki adam ödül töreninde bile inatla sahneye çıkmadı ayıyı almak için 🙂 Sanatçı milleti işte.

Berlinale’ye bu harika başlangıçtan sonra, daha çok daha çok Berlinale istiyorum tanıdık hissi sardı mı beni?! Aslında programı görünce en favori festival bölümüm “Berlinale goes Kiez / Berlinale mahalleye konuk oluyor” bölümünde bu akşam çiçeği burnunda bir mahalle sinemasında, hem de önceden gidip çok sevdiğim ülke Gürcistan’dan, üstelik o güne dek seyrettiğim ve çok sevdiğim ilk ve tek Gürcü filminin yönetmenlerinin ikinci filmi gösterime giriyordu. Geçen hafta programı etüd ederken bunu görüp öyle heyecanlanmıştım ki internetten satış gününde bileti kaçırmamak için toplantımı bile iptal etmiştim (canım patronum Türkçe bilmiyorsun değil mi :))! Gel gör ki 10 senelik festival bileti canavarlığı tecrübesinden sonra bile o sinemadaki hiçbir gösterime bilet alamayarak sinir olmuştum. Aki’nin filminden sonra bir gideyim şu sinemaya, bakarsın bir gelmeyen olur ben de filme girerim, en kötü yeni açılmış sinema salonunu görürüm dedim. Yeni sinemanın 6 aylık ayrılıktan sonra çok özlediğim Berlin’in en yeni star mahallelerinden, eskinin Türk ve Arap muhiti, şimdinin vegan, yıldızı henüz parlamamış zanaatkar kesimin gözbebeği semti Neukölln’de olması da bu kararda etkili oldu. (Bir dip not daha: Berlin’i bu kadar sevmemin nedenlerinden biri Avrupa’nın pek çok diğer başkentinin durağan güzelliğine karşın Berlin sürekli bir değişim içindedir. Mesela bir lokal olarak ilk 11 sene önceki şehri ziyaretimde gittiğimiz mahalle ve mekanların hiçbirine artık gitmiyoruz. Sosyal yaşam bambaşka yerlerde akıyor. Bu nedenle 100 kere gitseniz bıkmazsınız benden söylemesi 🙂 ).

Velhasıl sinemeya vardığımda niye internetten bilet alınamadığını da anladım. Wolf sineması cidden ve resmen o gece açılıyormuş ve son dakikaya kadar acaba yetiştirebilecek miyiz Berlinale’ye telaşı yaşamışlar. Ya yetişmezse diye de internetten ön satış yapmamışlar! Pek çok şey yetişmiş yetişmesine de eksik olan mesela bilet basma makinesi! Sene 2017, yer Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi, kasada biri elle biletleri yazıyor, diğeri listeye sayıyı not ediyor 🙂 Bana “hesaplarımıza göre” yerimiz dolu çünkü resmi açılış için sinema sahibinin pek çok eşi dostu geliyor ama yedek listeye yazalım, yer kalırsa adını çağırırız dediler. O kadar tatlılardı ki hayır diyemedim. Bundan pek bir şey çıkmaz bari 2 saat mahalleyi keşfe çıkayım diye kendimi Neukölln sokaklarına vurdum. Gerçekten şahane mekanlar açılmış. Örneğin sevgililer günü olduğu ve sadece çiftleri kabul ettikleri için gidemediğim (aslında dedim Berlinale’deyim o da benim sevgilim sayılır ama inanmadılar 🙂 ) La Lavenderia’yı normal bir zamanda denemek amaçlı not ettim.

LaLavendaria

La Lavenderia – Ah Berlin başka hangi şehirde kafanızda sallanan sütyen konseptiyle yemek yeme şansınız var?! Seviyorum uleyn !!!!

lavenderaia

La Lavenderia

Yazdan kalma Hindistan günlerimi yad edeyim, bir de Neukölln’de vejeteryan yemek fıtrattandır diye Hint vejeteryan mutfağının güzel örneklerini sunan Café Tschüsch’te karar kıldım. 100% tavsiye! Hindistan’a gönül vermiş bir 21. yüzyıl hippisi ve 8 yaşındaki kızının süper sıcak, sağlıklı, cep yakmayan, orjinal sütlü baharatlı masala çaylı mekanı.

Karnım tok ruhum doymuş Wolf sinemasına geri döndüm, filmin başlamasına 15 dakika kalmıştı. Benden önce yedek listede sırada olan iki çiftin ayrı yerlerde oturmamak adına filme girmeyi reddetmesi üzerine (seviyorum sizi aşk kuşları!) elimde buğday biram kendimi My Happy Family filminin gösteriminde buluverdim.

Film bir aşk yapımı, zira gerçek hayatta sevgili olan Tiflisli Nina ve Berlinli Simon’un ortak yapım ikinci filmleri. Benim Mutlu Aile’m tıpkı güzel ülke Gürcistan’da geçirdiğim günlerdeki gibi tamemen farklı ama bir o kadar da tanıdık yaşamlara konuk olma hissini veren, Gürcistan’ın güzel şarabının, polifonik müziğinin gırla aktığı sıcacık bir aile hikayesi. Aslında çok sıradan, hepimizin en azından çocukluğumuzdan hatırladığı annelerimizin kuşağının sadece başkaları için yaşayan kadın portresinin ve bu rolü giymeye baş gösteren güçlü kadın Manana’nın hikayesi. Film Istanbul Film Festivali’nde de yarışma bölümünde gösterildi geçen sene, herhangi bir yerde rastlarsanız kaçırmayın derim. Şahane müzik ve oyunculuklar için bile gidilebilir.

Film gecesini daha da özel kılan Wolf sinemasının sahibinden dinlediğimiz hikayeler oldu. Sinema projesi bir inşaat halindeki eski binanın alt katında yakın arkadaşların bir araya gelip film izlemesiyle başlamış. Yıllar yılı kulaktan kulağa yayılan bu “çakma sinema” konsepti nerede alternatif, dünya sinemasına gönül vermiş varsa, geldikçe geçtikçe uğradıkları, biraz renove etmeye yardım ettikleri, bağışta bulundukları, çokça alternatif filmler izleyip sohbet ettikleri, hayallerin ortak yeri olmuş. Işte o hayallerin vücut bulduğu gece orada olmak çok başka bir anlam kattı akşama.

Filmden sonra bu kadar kalabalık film ekibinin sahneye sığmayacağını hesap edememiş olan mekan sahibi baktı olacak gibi değil, bizi filmden sonra yandaki stüdyoya davet etti, çay da yapmış 🙂 Kalktık gittik tabii ki  sanki koskoca bir aile o gece Berlinalecilik oynuyor gibiydik. Çok keyifliydi 🙂

filmekibisahnede

Film ekibi sahnede

Eh bu şahane ilk günden sonra biraz uykuyu hak ettim!

  1. Gün:

Berlin’in bahsettiğim dinamik özelliğinden dolayı nasılsa bir gün değerlenecek diye beş sene önce taşındığımız, kimsenin de pek yolunun düşmediği 1+0 odamız iyidir hoştur da civarında şöyle bir kahve içeyim denecek pek mekan yoktur. Ya da 4 ay öncesine kadar yoktu, tam bizim evin karşısına yeni açılan KranBar bu boşluğu ziyadesiyle dolduraraktan bu sabah yüzümü kocaman güldürdü. Zımba gibi bir kahvaltıdan sonra ilk önce acele methini çok duyduğum Call Me by Your Name filminin biletini alabilmek için gün gişesine gittim. Daha sonra koştur koştur kendimi Zoopalast’taki Sage Femme – Ebe filminin gösterimine attım.

kranbar

Kranbar

Aslında Berlinale zamanı hiç de görmek istemediğim bir tarz, azıcık ana akım, yine de çokça Fransız bu filmi hem biraz güleyim diye hem de Zoopalast’ta olduğu için seçtim. (Bu arada mekan yüzünden seçtim ama film hiç de kötü değil, konu çokça işlenmiş olsa da gayet izlenilir cinsten). Mekan yüzünden seçtim diyorum çünkü birincisi kalben Berlinli olarak yılbaşı öncesi şehirde gerçekleşen terör olayında çok sarsılmış, Berlinale’den bile zaman calıp kurbanların anısına dikilen anıtı ziyaret etmeyi kafama koymuştum. Olayın gerçekleştiği yer Zoopalast sinemasının karşı çaprazı ve de ironi o ki Ikinci Dünya Savaşı sırasında bombalarla yarısı yıkılan, ibret-i alem olsun millet bakıp bakıp savaşın kötülüğünü anımsasın diye yarı yıkık muhafaza edilen (ki bu aslına uygun restore etmekten daha pahalıya mal oluyormuş) Kaiserwilhelm Kilisesi’nin tam dibi. Belli ki kanı bozuk kamyonlu teröriste vız demiş bu ibret hikayesi.

teroraniti

Berlin terör anıtı

Teröre lanet okuduktan sonra günün turistik aksiyonunu da gerçekleştirdim. Dünkü Gürcü film tecrübesinden sonra Gürcistan’da yediğim kacapuriler, patlıcan salataları, içtiğim şahane şaraplar buram buram burnumda tütmüş, daha önceden keşfettiğim Zoopalast’a yakın olan Gürcü restoranına gitmeyi kafama koymuştum. Gel gör ki o restoran sadece akşamları açılıyormuş, imdadıma google amca yetişti, metroyla 3 durak ötedeki içerisi aynı Gürcistan’da gördüğüm mekanlara benzeyen Salhino restoran’a yönlendirdi. Fiyatlar Berlin’e göre azıcık yüksek olsa da (eh eski burjuva semti Charlottenburg’dayız!) yemek ve şarap şahane, fonda çalan Gürcü müzikleri de bonusu!

Tabii üç kadeh kırmızı şarabı hızlıca götürünce umarım Call Me by Your Name filmi hakkaten uyunamayacak kadar iyidir diye koştur koştur Alexanderplatz’taki Cubix sinemasına gittim. Işte karşınızda Berlinale programımın ilk hayal kırıklığı. Gayet sıradan, gereksiz uzun, biraz abartı bir eşcinsel aşk hikayesi. Aslen izlemek istemeyip, ilk gösterimindeki seyircinin neden bilinmez anlata anlata bitirememesi üzerine programımı değiştirip ikinci gösterimine güç bela bilet bulduğum film, Kuzey Italya’nın güzelim manzaraları hariç beni hiç tatmin etmedi. Bu arada sanırım bende bir tuhaflık var, iyi filmden anlamıyorum falan bu film Oscar’a aday ve pek çok festival kritiğinden iyi not alıyor, sizin de motivasyonunuzu kırmayayım ama ben hiç mi hiç beğemedim. Neyse ki güzel akşam manzaraları az da olsa keyfimi yerine getirdi. Günün son filmi öncesi ise sevgili Martina ile Berlin’in efsanevi kokteyl bari Meisterschueler’de birer kokteyl yuvarlayınca bu kötü tecrübeyi tamamen kafamdan sildim 🙂

berlinaksammanzara

Berlin den akşam manzaraları

Son olarak Kanada’nın hep gitmek istediğim Nova Scotia Bölgesi’nde çekilmiş ana akımın en alternatifi sınıfından başrollerini Ethan Hawke ve Sally Hawkins’in paylaştığı halk ressamı Maudie’nin yarı kurgu hikayesini izledik. Zaten sinemalara geleceği gün gibi aşikar ama yine de festivale yakışır bir filmdi. Sally Hawkins sanki inadına ödül için dudak uçuklatan bir performans sergiliyor. Film sonrası kendisi de salonda olunca dakikalarca alkışladık, o da Berlinale seyircisinin ne kadar seçici olduğunu bildiğini, tam da bu yüzden bu alkışların kendini çok mutlu ettiğini söyledi teşekkür konuşmasında. Azmin elinden hiçbir şeyin kurtulmayacağını anlatan hoş bir film Maudie, bir yerlerde rastlarsanız kaçırmayın.

  1. Gün:

Sabah güne konusu kulağa pek hoş gelen Return to Mantouk filminin dokuz buçuk seansıyla başlayayım dedim. Ah işte daha da büyük bir hayal kırıklığı 🙂 Ünlü yönetmen, iyi oyuncu, güzel mekanlar üçgeni bu kadar rezil edilebilir. Herhangi bir yerde rastlarsanız koşar adım kaçın! Sabah hiç olan uykuma mı yanayım doğru dürüst kahvaltı edemediğime mi bilemedim. Filmin ünlü Alman yönetmeni beklenmediği halde film öncesi sahnede belirip, siz benim filmim için sabahın köründe kalkmışken benim yatmam olmazdı diye olaya güzel bir başlangıç yapsa da filmi görünce anladım ki adam bu rezil film için uykunuzdan oldunuz diye özür diliyor 🙂 Neyse ki bugün programın gerisi şahane. Blog sahibesi sevgili Şilan ile ne zamandan sonra görüşüp beraber bir Hint filmi izleyeceğiz, Berlin’de hava muhteşem, hatta film çıkışı kameralara konuk bile olduk daha ne olsun 🙂

Şilan’la birlikte seyrettiğimiz Viceroy’s House filmi neyse ki yüzümüzü güldürdü 🙂 1947’de Ingiliz koloni devrinin sona ermesine yakın krallığı temsil eden son vali olarak Hindistan’a atanan Ingiliz Mountbatten Lordu ve ailesinin hikayesi üzerinden Hindistan ve Pakistan yakın tarihinin pek de bimediğimiz “ayrışma” bölümüne ışık tutan bir tarihi kurgu drama. Filmin Hint asıllı Ingiliz yönetmeni kendi büyükanne ve dedesinin hikayesinden esinlenmiş. Hatta bana “Ingiliz yönetmen izne ayrıldı, Hint olan devraldı” dedirten fazlasıyla arabesk, toplama kampında aşıkların tesadüfi kavuşma sahnesi sanırsam büyükannesinin yaşadıklarından esinlenerek filme eklenmiş. Daha sonra yaptığımız araştırmacı gazetecilik sonucu öğrendik ki senarist Mountbatten ailesini azıcık kahramanlaştırmış, senaryo gerçeklikten şaşmış ama yine de hem eğlendirici, hem bilgilendirici hoş bir film, tavsiye edilir.

Filmden sonra Şilan’ın iki numarası Milan’ı mıncırıp Türk kahvaltısı ettikten sonra günün üçüncü ve son filmi 1978 yapımı bir Doğu Almanya klasiği Heiner Carow’un “Bis dass der Tot euch scheidet” izlemeye tam da yerine, eski Doğu Berlin’in kalbi International Kino’ya yollandım. Zaten Almanya’dan taşındığımdan beri her Berlinale’de Alman klasiklerini izlemeye bayılıyorum hele ki artık haritada olmayan ülke Doğu Almanya’nın filmleri çok fantastik gelen ama aslında 30 sene kadar önce gayet de gerçek olan hayatları gösteriyor bana. Gerçi bu filmi konusu çok ilgimi çektiği ve de gayet güncel geldiği için seçmiştim: Çok aşık olup evlenen ama akabinde sadece evinin kadını çocuğunun annesi olmanın, kendi kariyerine, hobilerine, sosyal yaşamına zaman ve destek bulamamanın dar geldiği Kadın ve onu kısıtlamaya çalıştıkça ilişkiyi korkunç bir açmaza sokan, psikolojik dengesi bozulan, bunun akabinde daha da bataklığa saplanıp kadını da aşağı çeken Adam’ın öyküsü. Sağlıklı bir evlilik için sadece aşkın yetmeyeceğini çok dokunaklı bir şekilde işleyen bu aile dramının yönetmeni ve başrol oyuncularının da taa 38 sene sonra sahneye gelmeleri ayrı bir tat kattı gösterime. Zor bir rolde gayet başarılı bir performans sergileyen baş aktristin ilk filmiymiş, çok da ilginç bir hikayesi var. Film yönetmeni Carow, totaliter rejimlerde adet olduğu üzere senaryoyu “sansür kurulu”na onay için yollamış. Maalesef senaryonun ilk versiyonu yeşil ışık alamamış zat-ı muhteremlerden, değiştir bu senaryoyu demişler. Adamcağız çaresiz sosyalist rejimin fıtratına uygun senaryo yazadursun bir de üstüne asıl seçtiği aktristin hamile kalacağı tutmuş. Hal böyle olunca sansür kurulundan sonunda onayı kapan Carow acele yeni bir aktrist arayışına girmiş. O zamanlar bu iş için tiyatrolara gidilirmiş. Carow amatör tiyatro okulu öğrencisi Saas’ı işte öyle bulmuş. Hiç tecrübesiz biriyle yola çıkma riskine fazlasıyla geri dönüş almış bana sorarsanız, Saas gerçekten de çok başarılı bir performans sergiliyor. Ama ah be zalim zaman, 38 yaş yaşlanmış, e Hollywood aktristi olmadığı için de pek kendine özen göstermemiş Saas’ı önce 20 yaşında dev perdede sonra şimdiki haliyle sahnede görünce az bunalıma girmedim değil 🙂

Bu güzel Berlinale günü geçen seneden müptelası olduğum Audi Berlinale Lounge’ta The Major Minors konseri ile son buldu. Berlinale Lounge bu sene iyice aşmış taşmış menüsüyle, süper sunum kokteylleri ile, halen ücretsiz konserleriyle on numaraydı!

  1. Gün

Bugün kişisel Berlinale prensiplerime ihanet edip 5 film izledim, hiç pişman değilim hakim bey 🙂 Ilk filmimiz çocuk kısa filmler kategorisinde 4 yaş ve üzeri için önerilen bir animasyon koleksiyonuydu. Çocuk kategorisini daha önceki yıllarda 8 yaş ve üstüne önerdiklerinden ilgimi çekti bu yenilik, bakalım dört yaşındaki mini gezgin Elvin hakikaten gelip izlese zevk alır mı diye seneye için ön saha çalışması yapmaya gittim. Bingo – seneye benimle Berlinale’ye geliyorsun Elvin, hiç kaçarın yok!

Ardından son anda iyi ki gitmeye karar verdiğim Japon filmi Close Knit için Alexanderplatz’a koşturdum. Iyi ki günün beşinci filmi olma pahasına sokmuşum programıma bu alternatif sevimli Japon ailesinin hikayesini. Anne doğulur mu olunur mu temasını 11 yaşındaki Tomo, tek ebeveyn sorumsuz biyolojik annesi, iyi kalpli amcası ve onun transseksüel kızarkadaşı Rinko üzerinden anlatan güzel Japonya manzaraları ile bezenmiş sıcacık bir film. Sinemaya geleceğini sanmam ama herhangi bir festivalde denk gelirseniz kaçırmayın.

Üçüncü film yeni bir hayal kırıklığı oldu benim için. Tayland’dan Railway Sleepers ne kadar ilginç bir belgesel gibi gelse de yönetmen yarım saatte bitecek konuyu kasıp iki saate çıkartınca fazlasıyla kabak tadı verdi. Yine de merak eden için film 19. yüzyılda açılan Tayland’ın ilk demiryolunda, trende seyahat eden sınıf sınıf yolcuların gözleminden ibaret. Bu arada daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi Berlinale’de genelde o sene gideceğim ülkelerin filmlerini ön hazırlık bab’ında izlerim. Bu sene üzücü nedenlerden nereye ne zaman giderim planı yapamadığımdan gidip de çok sevdiğim ülkelerin filmlerine ağırlık verdim Gürcistan, Kanada, Japonya gibi. Istisnası Tayland, Butan, Çin’den 3 film kısacası Budist kariyerim beni bekler 🙂

Bu mini hayalkırıklığından sonra Berlinale’nin bu seneki muhteşem yeniliği Alligator Shuttle’a atlayıp Kreuzberg Eiszeit sinemasının yolunu tuttum. Işte Berlin aşkını sinema aşkıyla birleştiren harika bir cep sineması daha! Kulinerik sinemanın festival boyunca hep burada gösterilmesinin nedeni sinema salonunun girişindeki kafe de yemek anlamında gayet başarılı imiş. Bir daha festival dışı denemek üzere notumu aldım. Tabii ki o gece 3 ufak salon dolusu yaklaşık 120 kişinin hepsi birden sığamayacağı için café yerine bizi 5 dakika yürüyüş mesafesindeki hep gitmek isteyip bir türlü denk getiremediğim Markethalle Neun’daki Kantine’ye davet ettiler.

Öncelikle filmden bahsedeyim iki satır: Theatre of Life yeme içmenin birleştirici gücü üzerine ağız sulandıran bir belgesel. Dünyaca ünlü Italyan şef Massimo Botturo (ki Modena’daki restoranı Osteria Francescana 2016’da dünyanın en iyi restoranı secilmiş) kendi gibi ününden yenmez 60 kadar şef arkadaşını 2015 yılında Milano’ya gelip şahane bir sosyal projenin parçası olmaya ikna ediyor. Proje benim de ziyaretçi olarak gittiğim, gezegeni beslemek temalı Expo’sunda çöpü boylamaya mahkum atık ekmek ve yemekleri şef eliyle değerlendirip Italya’nın en itilmiş, en hayatın zalim davrandığı, mültecisi, sakatı, eski sabıkalısı, uyuşturucu bağımlısı gibi kesimlerine her gün bedava sunmak. Ama öyle böyle yemek değil o yenmemiş sepette kalmış ekmekler, bir günlük diye normalde atılan sebze meyveler öyle bir değerleniyor ki yiyen bu gariban insanlar birkaç saatliğine sanki öldüm de Michelin yıldızlı bir cennete düştüm sanıyor. Şeflerin hünerlerinden bedava nasiplenmeye gelen bu değişik itilmiş guruplardan insanların aralarında gelişen dostlukları, tatlı tartışmaları, lezzet ve afiyet ortak faydasında buluşmalarını izlemek çok etkileyici. Kısacası filmin yönetmeni ve Massimo hem çevremiz ve kaynakların sürdürülebilirliği için ciddi bir tehdit olan atık yemek sorununa hem de sosyal adalet konusuna kocaman bir parmak basmış, çok da iyi yapmış!

Filmden sonra dört gözle beklediğim akşam yemeği kısmına geçtik / Ah ben bunu tecrübe etmek için ne diye 10 yıl beklemişim! Koca masalarda az biraz Almanya’nın meşhur Oktoberfesti misali oturup ilk defa tanıştığınız insanlarla aynen filmdeki gibi bir günlük bekletilmiş malzemelerden yapılmış şahane menüyü denemek çok başka bir tecrübe oldu. Tek sorun son filmime yetişebilmek için tatlımı bekleyemeden ayrıldım. Sağolsun masa komşularım sonradan bana neler kaçırdığımı anlatan resmi yolladılar 🙂 Eger sadece bir film hakkınız varsa kulinerik sinema bölümünden yana kullanın kesin bilgi yayalım 🙂

kulkino1

Kulinerik sinema

kulkino2

Kulinerik sinema

kulkino3

Kulinerik sinema

Son Gün:

Depresyondayımmm, niye bitiyorrr nidaları ile uyandığım, Kranbar’da krepli kahvaltının keyfimi az da olsa yerine getirdiği bir sabahın ardından yasaklara direnen memleketimin sinemasına destek amaçlı programdaki tek Türk filmi olan Kaygı‘ya yollandım. Bu arada her sene 3-4 Türk filmi olurdu programda bu senenin aksine. Elimde istatistiksel veri yok ama acaba giderek bastırılan sanat sektörü, kısılan fonlar mı buna sebep diye merak etmeden edemedim. Zaten basında sansür, hayatta farkında bile olmadan maruz kaldığımız daha da beter sansür konusunu Sivas Madımak olaylarına da atıfta bulunarak işleyen Kaygı’nın yönetmeni Ceylan da bu kaygıyı doğrularcasına filmi Kültür Bakanlığın’da bütçe için onaylayan kişinin şimdi işten men edildiğini anlattı ve biraz daha beklesem çekemeyecekmişim dedi. Filme gelirsek vasat üstü bir psiko-gerilim filmi. Bana niyeyse biraz fazla ses efektleriyle oynanmış ve antipatik yapılmış bir film gibi geldi. Türkiye’de gösteriliyor diye duydum, giderseniz yorum bırakın, merak ettim siz ne düşüneceksiniz.

Bunun ardından gerilim komedi Çin’den Cio Ciao filmini izledik bir arkadaşımla. Şehir kızının köyüne dönmesi ve hiç uymadığı topluluğun içinde kendine eğlence edinmeye çalışması konulu bu film bir modern Çalıkuşu olmasa da gerek Çin’in ücra bir köyünün nefes kesici manzaraları arasında 5 cm eteği, çakma Louis Voutton çantasıyla seğirten Ciao Ciao’in oyunculuğu, gerekse son sahnesiyle ziyadesiyle izleyiciyi şaşırtan senaristin dehası sayesinde bizi gayet tatmin etti.

Bu filmden sonra aldı mi beni bir keder! Işte bir Berlinale’nin daha sonuna gelmiş, hayatın yorucu gerçeklerinden aldığım molanın sonuna yaklaşmıştım. Oysa daha görülecek ne çok film, deneyemediğim ne çok yeni mekan, yapamadığım ne çok festival aktivitesi vardı. Iç çeke çeke programdaki son filmim olan Butan’dan kara mizah filmi gelir de ben görmez miyim diye seçtiğim trajikomik polisiye Honeygiver Among the Dogs‘u izledim.

Berlinale 2018’de görüşmek üzere sanatsız, sinemasız, sevgisiz kalmayın!

Funda Çelikel Esser